Terimler

BAZI TERİMLERİN ANLAMLARI

TENGRİ / TANRI, GOD, RABB, ALLAH!

Göklerin büyüklüğü yanında dünya bir kum tanesi gibi. Arşın büyüklüğü yanında ise gökler bir kum tanesi gibi. Arş’tan daha ilerisinde artık mekân da yok, zaman da yok. Allah’ın zatı, arş’ın fevkinde (ilerisinde, yükseğinde) ise; zaman ve mekân yok. Allah, zaman ve mekândan münezzehtir, bu anlama geliyor. Arş’tan sonra zaman ve mekân olmayınca, daha ilerisinde sonsuzluk oluşuyor. Sonsuz öyle bir büyüklük ki, en büyük sayı bile önemli bir anlam taşımıyor. Allah’ın zatı nasıldır? Ezelî, ebedî olan sonsuz kudret ve kuvvete sahip olan Allah’ın nasıl olduğunu, neye benzediğini bizim zekâmızın tarif etmesi olanaksızdır. Ancak biz insanlar, bize bildirildiği kadar Allah’ı bilebiliriz. Rabbimiz Allah bize kendisini sıfatlarının en güzeli ile tanıtıp bildirmiştir. Bu kadarını bizler için yeterli görmüştür.

Kur’an’da Allah’ın sıfatı sayılmıştır. Allah’ı gereği gibi bilmek/tanımak isteyenler bu sıfatlara ve anlamlarına, Kur’an’ı okurken dikkat ederler. Bir parlementer, bir bakan, bir başbakan ve nihayetinde Başkan olma sevdasıyla yanıp tutuşan mil-yonlarca insan; niçin Allah’ın sonsuz iktidarında, yüce bir mevki sahibi olmayı hiç düşünmez? Devlet, hükümet ve belediye başkanları bir gün bu gerçeği anlayarak Allah’a (Kur’an’a) itaat edeceklerine yemin etseler, bu durum herkesin yararına olabilir.

DİN

Cümledeki yerine göre sekiz anlamı vardır;

1) Hesap günü,
2) Yaşam biçimi,
3) Geçerli yasalar,
4) İbadet biçimleri,
5) Tabiat kanunları,
6) Millet,
7) İnsan haklarına dayanan, hukuk düzeni,
8) Zebur, Tevrat, İncil, Kur’an gibi anlamlarda kullanılmaktadır.

Çeviri içerisinde cümledeki yerine göre ilgili anlamın kullanılmasına özen gösterilmiştir.

İBADET

Hiçbir baskı altında kalmaksızın; severek, korkarak, umarak Allah’ı İlâh ve Rabb kabul ederek yapılan tüm düşünce ve davranışlar ibadet sayılır. Örneğin bu çerçevede yeryüzünü imar eden işçiler, güvenliği sağlayan görevliler, eğitim-öğretim sunan öğretmenler-imamlar, hastalara hizmet eden doktorlar, hemşireler, hammaddeleri mamûl hâle getiren işverenler, üreticiler vb. tümünün yaptığı düşünce ve davranışlara ibadet denilir. Herhangi bir baskı altında, sevmeden, korku nedeni ile yapılan davranışlar ibadet sayılmaz. Bir zalime, baskı nedeni ile sevmeden itaat zorunda kalan bir kişi, o zalime ibadet ediyor sayılmaz. Ancak; o zalimi veya sevilen kişiyi İlâh ve Rabb kabul ederek itaat ederse o kişiye ibadet ediyor sayılır. Allah’tan başkasına ibadet etmek ise putperestliğin değişik bir şeklidir. Bunu yapanlar ibadette Allah’a ortak (şirk) koşmuş olur. Şirk ise kişinin kendisine yaptığı en büyük zulümdür. Canlı veya cansız putlara ibadet eden kişi, aklını işletmeyen konumuna düşerek, acayip hareketler yapar.

İLÂH

Tarih bilimine göre Arapların 14 asır önceki yaşantılarında 360 ilâhı mevcut idi. Her bir ilâh, herhangi bir fayda veya zararı sembolize ediyordu. Örneğin savaş ilâhı, barış ilâhı, bereket ilâhı, aşk ilâhı vb. ilâhlar. Herhangi bir sorunları olduğu zaman, bu ilâhların sembolleri önüne giderek dileklerde bulunuyorlar, kendilerine yarar sağlamasını veya zarar gelmemesini dua ediyorlardı.

Bu ilâhları asıl büyük ilâh olan Allah’a aracı olarak düşünüyorlardı. Hatta bu ilâhların kendilerine şefaat ederek günahlarını Allah’ın bağışlayacağını düşünüyorlardı. Kur’an “lâ ilâhe”, “ilâhları red” diyerek bütün bu ilâh saçmalıklarını red etmiştir. Yalnız ve yalnız tek İlâh’ın “Allah” olduğunu bildirmiştir. İlâh; kâinattaki her şeye izin veren veya vermeyen, ölmeyen, uyumayan, yorulmayan sonsuz güçtür. İnsana “özgür irade” veren de tek İlâh olan Allah’tır.

RABB

Rabb kelimesi; “Gerçek Sahip” demektir. İnsanlar birşeylerin geçici sahipleridir. Ölünce sahip oldukları şeylere artık sahip değildirler. Rabb ise ölmez. Her şey sonunda Rabb’e kalır.

~ “Bu dünyada ne kadar yaşarsan yaşa, sonunda öleceksin.”

~ “Ne kadar seversen sev, sonunda sevdiğinden ayrılacaksın.”

~ “Ne yaparsan yap, sonunda yaptıklarının karşılığını göreceksin.”

Doğu, batı, kuzey, güney yeryüzü ve içindekilerin; fabrikaların, binaların, gemilerin, insanların Rabb’e ait olduğunu düşünelim! Bu bakış açısı insanı, diğer insanlara ve doğaya karşı daha merhametli olmaya teşvik ediyor.
Toprakların, fabrikaların, devletin, insanların sahibi Rabb olduğuna göre; kendilerine ve birbirlerine faydalı olmaları için EMİRLER verebilir, kendilerine ve birbirlerine zarar vermesinler diye YASAKLAR/SINIRLAR koyabilir.

“Sınırları aşmış” şeklinde yaldızlı, aldatıcı bir sözcük türetildi: Bu sözcük tuzak bir sözcük. Sınırların aşılması sonrası anarşi, terör yeryüzünü sarar. Kaos oluşur. Kişiler sınırları aşacağım diye sonunda; kendisine zarar verici davranışlar yapar. Bu tuzaklara düşmemek için Rabb’e güvenmek, koyduğu sınırlara uymak, en iyi yol olsa gerek! Sınırları aşanlar kendilerini Rabb yerine koymuş olurlar.

İnsan kendisine zarar verme özgürlüğüne sahip midir?

İnsanın mülkiyetinin kime ait olduğu sorusuna cevap verelim: İnsan kendi kendine ait ise bu takdirde zarar verebilir, hatta intihar edebilir, ölümü seçebilir. Ancak Kur’an’dan öğrendiğimize göre, insan yeniden yaratılacak “ölmek isteyenler” ölemeyecek. Bu gerçekliğe göre insanın “ölebilme” özgürlüğü yok.

Öyleyse insan kendine ait değil. İnsan Allah’ın bir mülkü, Allah’a ait bir yaratık, bir varlık. Mülk sahibi, mülkünün kendisine zarar vermesini istemiyor ve mülküne başkalarının da zarar vermesini istemiyor. İnsanlara “bir ömür süresi” özgürlük tanımış. Zarar verenlere hesap soracağını da belirtmiş. Geriye iki seçenek kalıyor.

a) İnsan Rabb’e teslim olup sınırlara uyup rahat edecek.

b) İnsan Rabb’e isyan edip sınırları aşıp geçici zevklerden sonra; sonsuza kadar rahatsız olarak azap görecek.

Seçim insana kalmış. Herkes kendi tercihini yapacak. Ve herkes kendi seçiminin sonucuna da katlanmak zorunda kalacak. Rabb, insanın ve kâinatın sahibidir. Rabb insanı, ağaçları, meyveleri, canlıları büyütendir.

Rabb, insanın Dünyada yaptıkları bazı işlerin karşılığını vererek insanı terbiye etmeye çalışır. Sınırlı bir ömür süresinde terbiye olan olur. Terbiye olmayan ise gerek Dünyada gerek Ahirette Rabb’i tarafından cezalandırılır.

Rabb; hem sevgiye lâyık olandır, hem de korkulmaya lâyık olandır. Dünyanın ve uzayların düzeni böylece sürüp gider.

Sonsuza dek. Güç O’nun, Kudret O’nun, Mülk (Devlet) O’nun.

Vücut bana aittir. İstediğim gibi kullanırım diyenler Rabbe saygı duymuyor.

Kişinin kendi vücudunu istediği gibi kullanması ceza gerektirmez diyen yasalar yanlıştır.

NEBİ VE RASÛL

Nebîlik makam, rasûllük görevdir; bu cümleyi nasıl anlayabiliriz?! Rasûl veya mürsel elçi anlamındadır. Elçi, kendinden bir şey katmadan birinin sözünü diğeri-ne ulaştırmakla görevli kişidir.

Nebîlik unvandır; onlar 24 saat nebîdirler; ama 24 saat rasûl değillerdir. Âyetleri tebliğ ederken Allah ne indirmişse onu tebliğ eder, bir hata yapmazlar. Ama onlardan hüküm çıkarırken ve uygularken hata edebilirler. Çünkü uygulama, tebliğden farklıdır. Onların hatalarını bildiren âyetlerde rasûl kelimesi kullanılmaz.

Rasûl: Elçi demektir. Allah dilediğini Rasûl (elçi) seçer. “Nebi” ve “Rasûl” olmak kişinin kendi elinde değildir. “Rasûllük” iddiası, isbatı gerektirir. Bu nedenle Allah, seçtiği kişinin Rasûl olduğunu kanıtlamak için ayetler (mucizeler) vermiştir. Son Rasûl, Muhammed (as)’dir. Risâlet son bulmuştur. Rasûlün görevini ise kıyâmete kadar korunacak olan kitap (Kur’an) yapmaktadır. Herkes; Rasûl (elçi) seçilseydi insanların hür, özgür iradeleri ile kendi seçimlerini yapabilme imkânı olmayacaktı.

Halbuki biz insanlar; özgür, hür irade sahibi olmaktan, kendi kararlarımızı kendimiz vermekten hoşlanıyoruz, memnunuz. Rasûl seçilmedik diye komplekse kapılmaya gerek yok. Çalışalım ve Rasûller bizleri alkışlasın. Nerede? Hesapların görüleceği mahşer gününde… Bazıları Rasûlleri aşırı övüyorlar. Rasûller zaten görevli. Görevlerini yapmak zorundalar. Diğer insanlar ise serbest bırakılmış. Önemli olan serbest bırakılan insanları iyi işlere motive etmektir. Rasûllerin kimsenin övgüsüne ihtiyaçları yoktur. Rabbimiz; Rasûller ve bizleri neden yarattı diye düşünüyoruz… Bizlere ihtiyacı mı vardı? Elbette hayır. Rabbimiz Rahmet (iyilik) etti. Rahmet ettiği için yarattı. İyiliğe karşı isyan mı gerekir? Yoksa teşekkür mü gerekir? Allahım sana sonsuz teşekkürler. Sonsuz şükürler olsun.

MÜSLÜMAN VE MÜMİN

Müslüman; “Allah’a teslim olmaya söz veren” demektir. Savaşta teslim olan kişi ne yapar? Teslim alanın bütün şartlarını kabul ettiğini beyân eder. Kişinin Allah ile savaş yapması söz konusu değil. Buradaki teslim oluş; iradî bir teslim oluştur. Kişi şöyle ifâde eder: “Hiçbir baskı altında olmaksızın kendi iradem ile Allah’ın bütün şartlarını kabul ediyorum”. Bu kabul edişe müslüman oluş denilir. Müslüman kavramına şöyle de bakabiliriz: İslâm Toplumunun prensiplerini kabul etmiş ve ilk adımını atmış VATANDAŞLAR olarak ta görebiliriz.

Mümin; sözünde duran demektir. Allah’ın bütün şartlarını yerine getirmeye söz veren kişi hayatının sonuna dek, sözünde durur ise mümin sayılır. Mümin kavramına ise: Müslümanca yaşamayı gaye edinmiş ve inancın (aynı zamanda vatandaşlık görevlerinin) tüm gereklerini yerine getirmeye çalışan kişidir, diye değerlendirebiliriz.

MUCİZE VE KERÂMET

Mucize sözcüğü halkımız arasında yaygın olarak kullanılır. Kur’an’da mucize olarak geçmez. Ayet olarak geçer. Ayetler (mucizeler); Allah’ın varlığına, birliğine, kudretine dair işâretlerdir.

Kâinat, içindeki varlıklar, olaylar, doğal ayetlerdir, tabiat ayetleridir. Allahın indirdiği kitaplar sözlü ayetlerdir.

Rasûller (Nebiler) yaşar iken gerek sözlü ayetler, gerek tabiat ayetleri ile Allah tarafından desteklenmişlerdir. Bütün insanlara sözlü ayetler yol gösterir, tabiat ayetleri çeşitli istifadeler sunar. Tabiat ayetlerinden yararlanma biçimine ikrâm, kerâmet denir. Tabiat ayetlerini yaratan Allah olduğu için kerâmetler Allah’ın insanlara ikrâmıdır.

Örneğin cep telefonlarından istifade edebilmemiz için boşluktaki çeşitli dalgaların oluşumu Allah’ın insanlara sunduğu kerâmettir (ikrâmdır).

ZİKİR

Kur’an anlamına geldiği gibi; öğüt, anmak, hatırlamak, hatırlatmak, akla getirmek, dillendirmek, akılda tutmak, kişinin elde ettiği doğru bilgiyi koruması ve hatırlayarak kullanması, tabiattan ve ayetlerden elde edilen bilgiye de ‘Zikir’ denilir.

Allah’ı zikretmek: Emir ve yasaklarını hatırlamaktır. Bizim O’nu hatırlamamızın karşılığında O da bizi hatırlar; O’nun hatırlaması ise günahlarımızı silmesidir.

Aklımız daha güzel çalışmaya başlar. Her konuda en tepede olan bir kişinin bile görmediğini görür, akletmediğini aklederiz; bu Allah’ın bize bir lütfu olur.

TAKVA

Kalın yünlü çorap ile dikenler arasında gezen kişi, çorabı dikenlere takılmasın diye titizlik gösterir. Takva işte böyle bir titizlik durumudur. Dikkatli olmak. Dinamik yaşamak. Zihnimize gelen her düşünceyi Allah (Kur’an) ile sorgulamak. Yapmayı düşündüğümüz her davranışı Allah’a (Kur’an’a) sormak. İniş sırasına göre ayetleri okumak. Rabb’in emirlerini gücümüz yettiğince yerine getirmeye çalışmak. Kâinatı keşfetmek. Bilim üretmek. Çalışmak. Bir meslek sahibi olup geçimimizi sağlamak. İnsanlara muhtaç olmadan yaşamak. Alan el değil, veren el olmak!..

ÂHİRET

Mazlumların pek çoğunun hakkı alınmadan ölüyor, zalimler zulmüne devam edebiliyor. Bu durum gösteriyor ki; ahiret gelecek, adalet terazileri kurulacak, herkesin hakkı kendisine verilecek. Dünyada bin yıl yaşasak bile, sonsuzluğun yanında limiti sıfırdır. Bu nedenle, esas hayatın, ahiret hayatı olacağı ve süresinin de sonsuz oluşu esas gerçekliktir. Ancak dünyada da güzel yaşamak istiyorsak el birliği ile tüm dünyada cehalete karşı aydınlanma çalışmasına katılalım: 1) Herkes Kur’an ve Çevirilerini okusun, 2) Herkes bilim öğrensin, 3) Herkes geçimini sağlayabileceği bir meslek sahibi olsun.

MELEK, CİN, RUH, ŞEYTAN (İBLİS)

Melek: Rabbimizin yarattığı sayılarını yalnız kendisinin bildiği askerleridir. Özellikleri; Allah’ın verdiği emirlere kayıtsız ve şartsız itaat etmektir.

Cin: Rabbimizin yarattığı farklı türler, farklı düzlemlerde yaşarlar. İnsanlara zarar veya yarar yetkileri Allah izin vermedikçe yoktur. İnsanlar melekleri ve cinleri çok merak etmişler, bazıları bu konuda aşırılığa gitmişlerdir. Hiçbir insan ne bir meleğe, ne de bir cine iş gördüremez. Rasûllerin durumu ise Rasûl olduklarının kanıtı olarak özeldir. Rasûllerin gönderilişi son bulmuştur. İnsanlar melek ve cinni göremezler. Gördüklerini söyleyenler yalan söylemektedirler. Bunların varlığını bilmemiz, Rabbimizin yarattığı çeşitli türlerden haberimizin olması içindir. Rabbimizin haberine inanırız. Hepsi bu kadar. Bundan ileri gitmek müminlere yakışmaz.

Ruh: Ruh çağırma seansları bir yalandır. Ruh çağrılmaz. Ruh, çağırana gelmez. Sadece Allah’ın emirlerine icabet eder. Ruh, Allah’ın yarattığı bir yaratıktır. Mahiyetini yalnız Allah bilir. Bu konuda Kur’an’da az bir bilgi verilmiştir.

Şeytan (İblis): Cin türü bir yaratıktır. Kıyâmete dek yaşar. İnsanların zekâlarına aldatıcı fikirler fısıldar. Hiçbir insana fiziki bir kuvvet uygulama gücü yoktur. Cin, şeytan çarpması diye bir şey söz konusu değildir. İnsanlara görünemezler.

GAYB

İnsanın beş duyusu ile araç, gereç ve aletler yardımı ile görülmesi, gözlemlenebilmesi mümkün olmayan âleme gayb âlemi denir.

Gayb âlemindeki varlıklar ile bilgiler yalnız ve yalnız Rasûllere vahiy ile bildirilir. Son Rasûl Muhammed’dir. Son vahiy (Kur’an) gelmiştir. Kur’an dışındaki gayb ile ilgili söylentilerin hiçbir gerçekliği söz konusu değildir. Muhammed’e Kur’an ile gayb âlemi hakkındaki bilgiler verilmiş. Bundan sonra kıyâmet gününe kadar hiç kimseye gayb âlemi hakkında bilgi verilmeyeceği Cin suresi 26. ve 27. ayetlerde belirtilmektedir.

SUÇ, HARAM, GÜNAH, SEVAP

Suç: İnsanın insana ve doğaya verdiği somut zararlardır.

Haram: İnsanın kendisine verdiği somut zararlardır.

Günah: İnsanın kendisine, insanlara, hayvanlara, tabiata verdiği düzeltilebilir küçük zararlardır. Kişinin vicdanının rahatsız olduğu her şey günahtır.

Sevap: Suç, Haram, Günah olmayan her yararlı iş sevaptır/bir iyiliktir.

SAĞLIK, HUZUR, MUTLULUK, GÜZELLİK

Her insan, hastalanmadan önce koruyucu hekimlerin önderliğinde sağlıklı yaşamayı başarmalıdır. Geçici zevkler için insan sağlığına yazık etmemelidir. Kur’an sağlıklı bir hayatın rehberidir. Kur’an ve Çevirilerine göre yaşamak huzurun kaynağıdır. Mutluluk arayanlar Kur’an ve Çevirilerini okusunlar. Güzel görünmek, güzelleşmek mi istiyorsunuz? Bol bol Kur’an ve Çevirilerini okuyun. Din adına başka kitapları zihninizden ve kalbinizden atın. Güzelleştiğinizi görebilirsiniz.

ŞİRK

Şirket: Ortaklık demektir. Ortaklık: Birden fazla insanın mal veya emeklerini koyarak ticari bir iş yapmaları ve oluşan sonuçtan paylarını almalarıdır. Kâinatın yaratılışına kimse mal veya emeğini koymadığı için Allah’a ortak olması düşünülemez. Keza kâinatın devamı ve sonucunda da kimsenin Allah’a ortak olması söz konusu olamaz. Birinin Allah’a ortaklık iddia etmesi yanı şirk koşması o kişinin kibir ve gurur içinde olduğunu yansıtır.

Kibir ve gurur kişinin objektif düşünmesini ve davranmasını önler. Kişi zulüm yapar adalet yapıyorum zanneder. Günah işler sevap kazanıyorum zanneder. Böylece hem kendisine hem de başkalarına eziyet eder. Şirkten vazgeçmez ise zaman ilerledikçe çürümüş bir şeftaliye benzer. Kasadaki diğer şeftalileri de çürüt-meye başlar. Ve sonunda bir pislik yığını haline gelir. Bu pislik yığınının Cennete girmesi artık söz konusu olmaz. Sonsuza değin bir pislik olarak cehenneme atılır.

Şirk ikiye ayrılır; a) Açık şirk, b) Gizli şirk.

Şirk konusunda çok titiz olmalıyız. Şirkten Allah’a (Kur’an’a) sığınmalıyız. Kur’an ve Çevirilerinden açık ve gizli şirki öğrenip şirkten uzak durmalıyız. Kibir ve gururu terketmeliyiz.

İMTİHAN, FİTNE, BELÂ

İmtihan: İmtihan sözcüğü genelde çevirilerde yanlış yerde kullanılmaktadır. İnsan ile insan arasında imtihan olur. Allah yarattığı kullarının tüm gerçeğini bildiği için imtihan etmez.

Rasûlullah’a Mekke’den Medine’ye hicret eden bazı kişileri imtihan etmesi emredilmekte. Bu sebeple kişiler kişileri imtihan edebilir.

Fitne: Allah’ın bildiği, kulların ise birbirlerini bilmediği durumlarda; birbirlerini bilmeleri, gerçekliklerini tanımaları için “açığa çıkarılmak” anlamında söyleniyor.

Belâ: İnsanların yaptıklarının karşılığının verilmesi anlamında söylenir.

KADER VE ECEL

Kader: İnsanın ve diğer varlıkların özellikleri demektir. Allah her şeyi bir kader ile yaratmıştır. İnsanın özelliklerinden birisi ise bu dünyada Allah’a isyan veya itaat edebilme özelliğidir.

Ecel: Her varlığın ölümüne ecel denir. Varlıklar ecellerinin ne zaman olacağını kesin olarak bilemezler. Bundan dolayı herkes yaşamak için ne kadar tedbir varsa yerine getirerek yaşamalı.

RAHMET VE AZAP

“Allah’ın rahmeti azabını geçmiştir.” Bu sözü diğer ayetlere çelişki arz etmeyecek şekilde anlamak lazım. Allah’ın rahmeti mi fazla azabı mı? şeklinde soru soracak olursak; edep gereği elbette rahmet deriz. Zira Allah herkese iyilik ederek yarattı. Bazıları sonsuz rahmeti hak etti, bazıları sonsuz azabı hak etti. İlk başta rahmet olarak yaratması ise rahmetinin azabını geçmiş olduğunu gösterir. Başlangıçta rahmet olarak yaratılan insan ne yaptı?

Küfür/inkâr etti, şirk koştu, münafıklık yaptı, rahmeti inkâr etti, azabı çağırdı. Rahmetin azaptan fazla olması asla sonsuz cehennem azabının kaldırılacağı şeklinde yorumlanmamalıdır. Çünkü sonsuz cehennemi hak eden yine insanın kendisidir. “Söylediğiniz azap gelsin bize” diye meydan okuyan yine bazı insanlardır.

EVLİYÂ VE TAĞUT

Veli kelimesinin çoğulu “Evliya” kelimesidir.

Evliyâ: ”Veliler” demektir. Bir gazetenin yayınladığı Veliler Ansiklopedisinin Kur’an’daki veli kavramı ile ilgisi yoktur. Veliler Ansiklopedisinde anlatılan olaylar halk efsaneleridir. Doğrular yanlışlar birbirine karıştırılarak uydurulmuştur. Kur’an’da geçen Veli kelimesi DOST/DOSTLUK anlamına gelmektedir. Müminler birbirlerinin velileridir, yani dostlarıdır. Allah müminlerin velisidir “dostudur” şeklinde anlaşılır. Veli, Veliler (Evliyâ) kelimelerinin olağanüstü hadiselerle hiçbir ilgisi yoktur. Zaten olağanüstü hadise de yoktur. Allah’ın tabiat kanunlarında bir değişiklik olmaz. Rasûller zamanında oluşan ayetler (mucizeler) ise sadece ve sadece Rasûl olduklarının kanıtlanması içindir. Rasûller için Rabbimizin koyduğu yasalar da öyledir. Bütün Rasûller için aynıdır değişmez. Sünnetullah’ta (Allah’ın tabiat yasalarında) bir değişiklik olmaz. Musa’nın asasının yılan (ejderha) olması Rabbimizin bir ejderha (yılan) yaratmasıdır. Rabbimiz benzer yaratılışları Rasûllerin Risâletini insanlara kanıtlamak için yapmıştır. Risâlet (Rasûllerin gönderilişi) son bulduğu için bu tür yaratışlar/yaratmalar son bulmuştur. Tabiat kanunları ise devam etmektedir.

Tağut: Veliler Ansiklopedisi’ndeki efsaneleri uyduran kişi, bir tağuttur. Delilsiz, mesnetsiz, belgesiz, ispatsız din adına insanları aldatmakta olan kişidir. Dindar görünüp dine aykırı işler yapanlara tağut denilir. Tağut inkâr edilmelidir. Tağut red edilmelidir. Kim tağutu, tağutları inkâr eder; bir aydınlık, bir ilim üzere Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılırsa, kurtulur. Tağut bir insan şeytanıdır. Görünen şeytandır. Dinin gerçeklerini bildiği hâlde; çıkar, şöhret, şeh-vet, makam için yalan söyler. İnsanları kendisine kul köle edinen din adamlarıdır. İslâm’da din adamlığı yoktur. Dini başka insanlar üzerinde çıkar amaçlı kullanan kişiye din adamı denir. Emirleri bildiği hâlde isyan eder.

Tağut aynı zamanda Allah’ın gücünü/kudretini yok sayarak Gökte İlâh olduğu gibi Yerde de Allah’ın Otoritesini/İlâhlığını reddeden ve yeryüzünde kendi ilahlığı/otoritesini ilân edip halkına/insanlarına zulmeden tüm şahıs ve kurumlardır da diyebiliriz.

MÜNAFIKLIK

Çıkarı neyse öyle görünen kişiye münafık denir. Bu kişi Türkiye’de Müslüman, Çin de Budist, Amerika’da Hıristiyan, İsrail’de Musevi olmaktan zevk alır. Mevlâna felsefesi böyle bir anlayış içerir. Kur’an, münafıkların cehennemin en dibinde olacaklarını, cennete girmelerinin söz konusu olamayacağını haber vermektedir. Hangisi doğru? Müslümanlık mı? Budistlik mi? Hıristiyanlık mı? Musevilik mi? İnsanlar hangisinin doğru olduğuna nasıl karar verecek? Tercih her insanın kendisine kalmış.

KÂFİR

Araplar çiftçilere kâfir derler.

Kâfir: Tohumu toprağa gömen, üzerini örterek gizleyen anlamına gelir. Çiftçi tohumun üzerini örtmüştür. Tohumu gizlemiştir. Lâkin tohumun toprağın içinde olduğunu bilir. Kâfir olmayın denilerek; “Gerçekleri bildiğiniz hâlde gizlemeyin, örtmeyin” denilmektedir. Yerleri ve gökleri kim yarattı? “Allah” diyoruz. Allah kitap gönderir mi? “Hayır” diyoruz. Bu durumda kâfir oluyoruz. Allah’ın bir kitap göndermesinin doğal olduğunu herkes bilir. Ancak “kitap gönderdi” denirse, olur ki, kitaptaki mükellefiyetler hoşumuza gitmez. Bunun için “kitabı gizleyelim” düşüncesi oluşur. Bu gizleme eylemine küfür denilmektedir. Yeryüzünün her yerinde insanların Allah’a saygısı büyüktür. İnsanlar direkt Allah’a saygısızlık etmek istemezler. Endirekt yollar ile Allah’a saygısızlıklar yapılır. Bu saygısızlıklar küfürdür. Saygısızlara ise kâfir denir. Kâfir ölmeden önce küfürden tevbe etmez ise sonsuz azabı hak eder.

ŞEFAAT

Şefaat meselesi ahiretlik değil, dünyalık/dünyada olan bir meseledir.

Kelime anlamı itibariyle “aracı olmak”tır. Ancak bugün ve geçmişte insanlar, kendilerinin günahkâr olduklarını kabul ederek, Allah’tan direkt af ve mağfiret dileyemeyeceklerini onun için onlara göre temiz, salih ve iyi kullardan gördükleri; melekleri veya salih/iyi kulları aracı edinmişlerdir. Oysa sizler de Kur’an genelinde gördüğünüz gibi, böyle bir şefaat anlayışını Allah Teala reddetmektedir: “Allah’a vesile edindikleri, aracı kabul ettikleri varlıklar/kullar dahi O’na yakınlaşmak için vesile/ibadet yolları ararlar” buyurmaktadır. (Bkz. İsra: 57) Başka bir ayette, müşriklerin anlayışı gibi bir anlayış olan o anlamdaki şefaati:

“De ki: Bütün şefaat Allah’ındır!” diyerek te topyekün reddetmektedir.

Ayrıca araştırmanızda fayda var: Riyazü’s-Salihin Tercemesi, Cilt: 1, Arslan Yayınları, Sh: 225’de İmam Nevevi: ŞEFAAT başlığında konuyu işlemiş ve orada “DÜNYADAKİ ŞEFAATİ” ayet ve hadislerle ne güzel dile getirip delillendirmiştir.

Şefaat: Dünyada iyi ve güzel bir işe aracı olmaktır. Bu anlayışı müşrik olanlar ahiret için de almışlardır ve güya Allah’ın yanında edindikleri, tanıdıkları ortaklara da şefaat hakkı tanımışlardır. Yani geçmiş ve bugünün müşrikleri o edindikleri şefaatçileri; ‘melekleri, rasûlleri, kutsal saydıkları kişileri, evliyâ olarak tanımladıkları bazı şahsiyetleri’ aracılar olarak benimsemişler.

İmam Nevevî şu ayeti almıştır: “Kim iyi yolda şefaat ederse ondan kendisinin de payı olur.” (Nisa: 85)

Ve iki adet bu ayeti izah eden rivayet almış:

Ebu Musa el-Eşari (ra) der ki: Rasûlullah’a sav bir ihtiyaç sahibi başvurunca yanında oturanlara dönerek “aracı olun/şefaat edin, sevap/bir iyilik kazanın; Allah, Rasûlünün dili ile istediğini başka bir rivayete göre dilediğini yerine getirir” buyurdu. (Buhari-Müslim)

Berire ve kocası konusunda İbni Abbas der ki: Allah Rasûlü (as) Berire’ye: “Kocana dönsen olmaz mı?” diye buyurdu. Kadın “Ya Rasulallah, bunu bana emir mi ediyorsunuz” diye sordu. Allah Rasûlü: “Hayır, sadece aracılık/şefaat ediyorum” buyurdu. Bunun üzerine kadın “Benim ona bir ihtiyacım yok” diye cevap verdi.

Onun için bugün dünyada: “Şefaat ya Rasulallah!” diye talepte bulunmak Muhammed as’ı Allah’a hükümde ortak koşmaktır. Şefaat/yardım, günahların bağışlanması direkt ve yalnız Allah’tan istenir.

HALİFE

Rabbimizin meleklere hitabında; “Yeryüzünde halife yaratacağım” ibaresi doğru anlaşılmalı. Allah’ın yerine kimse halife olamaz. Allah’ın yerine halife olmak şirktir, ortak koşmaktır. Meleklerin sözünden halifenin ne olduğu anlaşılıyor:

“Biz sana ibadet ediyorken, yeryüzünde kan dökecek birini mi halife yaratacaksın.” Demek ki, halife kan dökücü özelliğe sahip birisi.

Bu özelliği ile insan asla Allah’ın halifesi, temsilcisi olamaz. Halife/halef; “birbirlerinin yerine geçen insanlar topluluğu oluşturacağım” anlamında ele alınmalıdır. Zaten her yüz yılda bir dünyada yaşayan nesil gider, yerine yenileri gelir ve yaşam böyle devam eder gider.

SALÂT ETMEK – NAMAZ KILMAK

Salât sözcüğünün namazın yanı sıra; dua, destek, din, eğitim-öğretim, yardımlaşma, dayanışma, davet, kulluk/ibadet, itaat ve yaradılış amacına uygun hareket etmek gibi anlamları bulunmaktadır. Salât’ın hangi anlamı ifade ettiği ancak içinde yer aldığı ayet ve konu bağlamından anlaşılabilir.

Okuduğunuz Meal’de kuşların, bitkilerin de salât ettiği geçer. Bu vb ayetlerin geç-tiği bölümlere dikkat edildiğinde onların da bir ibadet tarzı olduğu anlaşılır, dua-ları olduğu görülür..

ZEKAT ETMEK – ZEKAT VERMEK

Benlikleri kötülüklerden arındırıp samimi ve dürüst olmak. Zekat sözcüğünün de yine hangi anlamı ifade ettiği, ancak içinde yer aldığı ayet ve konu bağlamından anlaşılabilir. Meselâ münafıkların tövbesi, münafıklıktan tamamen arınmış olarak kulluk etmeyi ifade etmektedir. Kazanç ile ilgili ise kazancın temizlenmesi anlamında malın zekatı gerekir; bunlar ayetlerin geçtiği yere göre anlam kazanır.

HURİ VE VİLDAN

Huriler; cennetlik olan erkeklere eşlik (hizmet) eden varlıklardır. Cennetlik olan kadınlara eşlik (hizmet) eden varlıklara da Allah vildan, demiştir.

Bakara 25 son cümleden: “Onlar için orada tertemiz (hemcinslerinden kendileri-ne) eşlik edenler de (hizmetlerinde bulunanlar da) vardır.” Zevc kelimesi her erkeği ve hem de dişisini ifade eder, biz hemcinsleri olarak verdik.

Bu konuda Prof. Abdulazi BAYINDIR’ın görüşleri bize daha yakındır;

-// Cennete giden müminlere kadın ve erkek hizmetçiler verilecektir. Kadın hizmetçilere huri, erkek hizmetçilere “vildan” denir. Vücutları, kabuğunda saklı inciler gibi örtülü olan, gözlerini, hizmet ettikleri kişilerin üzerinden ayırmayan huriler (Saffat 37/48-49, Rahman 55/56, 72; Vakıa 56/22-23) yüksek seviyede hizmet veren, birbirleriyle aynı yaşta dişi varlıklar olacaktır (Nebe 78/33). Hurilerle ilgili olarak bu ayette ve Tur 52/20’de geçen “(وَزَوَّجْنَاهُم بِحُورٍعِينٍ) Onlara, iri siyah gözlü hurileri zevc yapmış oluruz” ifadesinden dolayı hurilerin, cennete giden erkeklere odalık olarak verileceği iddia edilir ama bu iddia yanlıştır. Arapçada aynı görüş etrafında birleşenlerden her birine zevc (Vakıa 56/7) dendiği gibi aynı cinsten canlıların erkeğine, dişisine, bir çift ayakkabıdan her birine, nitelikleri birbirine yakın veya zıt olan iki şeyden her birine zevc denir. Fasih Arapçada “zevce” kelimesi yoktur. Zevc ile aynı kökten olan (زوج) “zevvece” fiili, tek mef’ul/nesne alırsa “bir şeyi çift yapma” (Şûrâ 42/49-50), iki nesne alır da ikinci nesne, fiile doğrudan bağlanırsa “evlendirme” anlamına gelir (Ahzab 33/37). Ama ikinci nesne fiile, harf-i cer ile bağlanırsa onun çok yakına alınması anlamını ifade eder. Bu sebeple ayetlerde geçen “Onlara, iri siyah gözlü hurileri zevc yapmış oluruz” ifadesinin tek anlamı, hurilerin yakın hizmetçiler yapılacağıdır (Müfredat). Zaten huri kelimesi, bir şeyden uzaklaşıp tekrar o şeye dönme anlamındaki “havr (حَوْر)” kökünden türemiştir (Lisan’ul-Arab). Bu da onların, hizmet ettikleri kişilere yakın konumda olacaklarını (Sad 38/52), kendilerinden istenen şeyleri, çevrelerinde dolaşan erkek hizmetçilerden (vildandan) alıp getireceklerini gösterir. Erkek hizmetçiler de kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler, kadehler, çeşit çeşit meyveler, etler, kuş etleri ve zencefil katkılı sularla çevrelerinde, saçılmış inciler gibi dolaşacaklardır. (Vakıa 56/17-21; İnsan 76/15-19). ~ Kaynak; Prof. Abdul-aziz BAYINDIR) -//

HZ. PEYGAMBER İÇİN ÇOK EŞLİLİK İDDİASI

Peygamberimiz Muhammed as‘a çok eşlilik yasaklandığı gibi aynı zamanda Müslümanlar için de zaruri hâller (savaş vb. durumlarda ancak Devlet tarafından serbest kılınabilir, bunun) dışında çok eşlilik değil, bizzat Allah tarafından Bkz. Nisa Suresi 2-4. ayetlerinde vurgulandığı gibi bir eş ile evlilik önerilmiştir. Ahzab Suresi 52. Ayette bizzat Hz. Muhammed sav’e:

~ Bundan (bu ayetin indiği tarihten) sonra, (çok yetenekli) huyları güzel / temiz ahlâklı olan (erkek ya da kadın) da dahil (hâlihazırdaki arkadaşlarından) başka birini daha yanına / yakınına alma; eşini[*] (Ayşe’yi) de (ölünceye kadar) bırakmak / boşamak yasaktır! Bunun dışında (devlet hizmetinde bulunmaları için) egemenliğinde olan (arasında savaşta ortada / kimsesiz kalmış çok yetenekli dul ve çocuklu) kadınları (görevlendirip geçimlerini üstlenebilir, ehlinin / ailenin arasına katarak) sorumluluğun / güvencen altına alabilirsin. Şüphesiz Allah her şeyi gözetleyendir.

______________________
[*] Arapçada din kelimesi gibi, cümlenin gelişinden ve gidişinden anlaşılan farklı farklı anlamlar yüklenen aynı kelimeler vardır. Birden fazla anlam taşıyan kelimelere MÜŞTEREK KELİMELER denir.

Zevc kelimesi cümlenin gelişine ve gidişine göre farklı anlamlar taşır. Sadece Hatice ve Ayşe’yi kasteden zevc kelimesi eş anlamında olup, bunun dışındaki kelimeler kadın veya erkek olsun; dost/arkadaş, gittiği yolda yoldaşlık eden, yardımcılar, hizmetli/hizmetleri gören görevli, kanatları/koruması altına alınanlar, devlet memuru, özel kalem müdürü, güvenlik görevlisi, temizlik görevlisi, haberleşme görevlisi, iletişim görevlisi ya da tercüman gibi anlamlar taşır. Bu görevliler vatandaş veya vatandaş olmayan insanlardan olduğu gibi, savaşlarda esir düşmüş insanlardan da seçilebilir.

Rasûlullah’ın Aişe ve Hatice validelerimiz dışında eşi olmamıştır. Hatice’nin ra. vefatından sonra da Ayşe validemiz ile evlenmiştir.

Özellikle Rasûlullah Muhammed as. Döneminde asla çocuk yaşta evliliğe izin verilmemiştir?! Evlilik yaşı genç bir kızın rüştüne ermesiyle/ulaşmasıyla mümkün olmuştur. Bugün de her ülkenin oy verme yaş ortalaması 18’dir, yani kişinin rüştünü ispat etme yaşıdır ve yine ana-babanın izni olmadan bu yaşta evlilikler her ülkede yasaldır/serbesttir.

Çocuk yaşta evlilik kesinlikle Rasûlullah’a yapılmış büyük bir zulümdür/iftiradır ve herkes Ahirette işledikleri günah ve iftira sebebiyle hesaba çekileceklerdir.

Bir düşünün: Bugün 6 ila 9 yaşındaki bir küçük kız ile böyle bir münasebette bulunan kişiyi toplum linç ediyorken, o dönemde isterse Rasûlullah olduğu iddiasında bulunsun o kişiye ne yapmazlardı?!

Bu vb. yalan ve iftiralar Rasûlullah sav’in vefatından 200-300 yıl sonra Münafıklar tarafından uydurulmuş Rasûlullah’ı gözden düşürme operasyonundan başka bir şey değildir.

Aişe Validemiz adına uydurulan rivayetler bilinen iftira sözlerden ibarettir, o kadar!..

Diğer eş iddialarına gelecek olursak; o günkü kamu işleri için görevlendirilmek üzere alınmış personeldir/elemanlardır.

Rasûlullah as.; Hatice ra. ve Ayşe ra. dışında hiç kimseyle evlilik münasebeti (yani açık ve net bir ifadeyle cinsel ilişki) yaşamamıştır. Bunun dışındaki bütün iddialar yalan ve iftiradır. Yine de en doğrusunu Allah bilir, bizi de bu bilginin doğruluğuna Ahirette şahitlerden kılsın duasıyla.

[*] Hatice ra.’ın vefatından sonra ikinci eşi Ayşe ra’dir bu ayette mevcut eşi diye geçen isim. Arapça’da din kelimesi gibi cümlenin gelişinden ve gidişinden anlaşılan farklı farklı anlamlar yüklenen aynı kelimeler vardır. Birden fazla anlam taşıyan kelimelere “Müşterek Kelimeler” denir. Zevc kelimesi cümlenin gelişine ve gidişine göre farklı anlamlar taşır. Sadece Ayşe’yi kasteden zevc kelimesi eş anlamında olup bunun dışındaki kelimelerde koruma altına aldıklarına Kur’an: “Hizmetçi, devlet memuru, danışmanı, özel kalem müdürü, güvenlik görevlisi, temizlik görevlisi, aşçısı, haberleşme görevlisi, iletişim görevlisi” gibi anlamlar taşır. Bu görevliler vatandaş veya vatandaş olmayan insanlardan olduğu gibi, savaşlarda esir düşmüş insanlardan da seçilebilir. Peygamberimizin Aişe ve Hatice dışında eşi olmamıştır. 25 yaşında Hatice ile evlenmiş, 55 yaşına kadar tek eşli olarak yaşamıştır. Hatice’nin vefatından sonra da sadece Ayşe ile evlenmiştir. Özellikle Peygamberimiz Muhammed as. Döneminde asla çocuk yaşta evliliğe izin veril-memiştir?! Evlilik yaşı genç bir kızın rüştüne ermesiyle / ulaşmasıyla mümkün olmuştur. Bugün de her ülkenin oy verme yaş ortalaması 18’dir, yani kişinin rüştünü (yalnız başına karar verme, karar alma yaşı) yani kendisini ve özgürlüğünü ispat etme yaşıdır: Ana babanın izni olmadan bu yaşta evlilikler her ülkede yasaldır/serbesttir. Çocuk yaşta evlilik kesinlikle Peygambere yapılmış büyük bir zulümdür, iftiradır. Attıkları/yaptıkları bu iftira sebebiyle ahirette hesap vereceklerdir. Bir düşünün:

Bugün 6 ila 9 yaşındaki küçük bir kız ile böyle bir münasebette bulunan kişiyi toplum linç ediyorken, o dönemde isterse Peygamberlik iddiasında bulunsun o kişiye ne yapmazlardı?! Böyle bir durum kesinlikle insan fıtratına uygun değildir. Bu vb. yalan ve iftiralar Peygamberimizin vefatından 200-300 yıl sonra Münafıklar tarafından ve hatta Aişe validemizin ağzından uydurulmuş rivayetlerden uydurma/iftira sözlerden ibarettir, o kadar!.. Diğer eş iddialarına gelecek olursak; o günkü kamu işleri için görevlendirilmek üzere alınmış personeldir/elemanlardır. Bu vb tarihi vesikalar da (Peygamber adına uydurulmuş hadisler ve Ayşe’nin ağzından söylenilmiş sözler de uydurmadır). Munafıklar bu vb. pek çok kadınla yaptığı evlilikler ile kendisini çok afedersiniz uçkuruna düşkün biri gibi gösterme çabasından başka bir şey değil. Peygamberin as. kadınlarla uğraşacak, ilgilene-cek vakti bile olmamıştır. Bugün bir Devlet Başkanını düşünün; TV ‘lerde görü-yorsunuz, adamlar sürekli yurt dışı ve yurt içinde Devletin ve halkının ve başka Devletlerden kaynaklı (ki sürekli yurt dışı ziyaretler ile) uluslararası sorunlarla ilgilendiklerinden dolayı günde iki-üç saat uykuyla hayatlarını sürdürüyorlar. Şu biline ki; Peygamberimiz as.; Hatice ve Ayşe validelerimiz dışında hiç kimseyle evlilik münasebeti (korumasına aldığı ikişer, üçer, dörder yetimli kadınlar da dahil yani açık ve net bir ifadeyle cinsel ilişki) yaşamamıştır. Bunun dışındaki bütün iddialar yalan ve iftiradır. En doğrusunu Allah bilir (ve o gün inş. ahirette göreceğiz).

BUGÜN BİLİNEN ANLAMDA “CARİYE” KUR’AN’DA GEÇMEZ?! CARİYE KELİMESİ FARKLI ANLAMLAR İÇERİR!

Kur’an’da; “ma melaket eymanukum” diye geçen kelimelere Türkçe olarak Cariye denilmiş, böyle anlamlandırmış. Sağ elinin sahip olduğu anlamı da verilmektedir. Bu deyim, “antlaşma yoluyla sahip olunan” demektir.

Kur’an’da bugün bilindiği üzere Cariye geçmez. Cariye çok farklı anlamlarda kullanılmıştır. Cariye konusuna geçmeden bu konuda bilgi vermekte fayda var. CRY kökü olarak ve türevleri olan kelimenin bilinen Cariye ile hiçbir ilgisi yoktur.

CRY: CERÂ/TECRİ/CARİYE/CEVÂR

C-R-Y kökünden türetilen kelimeler Kur’än’da 64 yerde geçmekte ve şu anlamlara gelmektedir:

1. Götürmek

10/22: Karada ve denizde sizi yürüten O’dur. Hani, gemide olduğunuz zamanı; gemiler güzel/tatlı bir rüzgârla içindekileri yüzdürürlerken ve bununla sevindikleri sırada, birden kasıp kavuran bir kasırga gemiye gelip çatar. Her yandan dalgalar gelip ve kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını anladıkları zaman; dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarmaya başlarlar: “Eğer bizi bu sıkıntıdan kurtarırsan, elbette ki şükredenlerden olacağız!” (derler).

Buradaki cerâ fiili, peşindeki bâ harfiyle birlikte “götürmek” anlamına gelmektedir.

2. Hareket etmek

2/25: «İnanan kimseleri müjdele ve salih amel/faydalı işleri en iyi şekilde yapanları da!.. Onlar için kesinlikle, altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu! (…)» Burada ve 51 yerde geçen tecrî, ayrıca tecriyânî ve yecrîfilleri “hareket etmek, akmak”, Hud 11/41’deki mecrâ kelimesi ise “akış, hareket” anlamına gelmektedir.

3. Gemi

69/11: «Şüphesiz Biz, (Nuh tufanı sırasında) su azıp köpürdüğü/taştığı zaman sizi, o akıp gidenin içinde taşıdık.» Buradaki el-câriyeh kelimesi ile Zâriyât 3’teki el-câriyât akıp giden şey anlamında “gemi, gemiler” anlamına gelmektedir. Bu anlamda örnek kullanım için Bkz. 42/32, 55/24.

4. Gezegen

81/15-16: «KESİNLİKLE! Yemin ederim gizlenip geri gelenlere, yörüngesinde dönerek akıp gidenlere!» Bu ayette geçen el-cevâr kelimesi ise “gezegen” anlamında kullanılmaktadır.

ŞİMDİ BİLİNEN, ANLAM OLARAK “MA MELEKUT EYMANUKUM”A YÜKLENİLEN CARİYE KELİMESİNE GEÇELİM

En başta şunu dile getirmekte fayda var. Kur’an’da cariyelik geçince tarihini ve kökenini bilmeyenler sanki bu meseleyi İslâm (Peygamber) zamanında ortaya çıkmış sanıyorlar. Oysa cariyeliğin yüzyıllara dayanan bir hikâyesi var?! İslâm zaman içerisinde bu konuya çözüm getirmiş ve hatta özgürlüklerine kavuşturmuştur.

Maalesef “Cariye” meselesi de yüzyıllardır çözülemeyen problem olarak karşımıza hep çıkmıştır. Geleneksel anlayışta/inanışta Cariyelere savaş esiri kadınlar olarak bakıldığı için; onlarla her türlü ilişki (buna cinsel ilişki de dahil) meşru görülmüştür. Oysa Allah Kur’an’ında kesinlikle böyle bir şeye izin vermemektedir. Cariye’nin klasik sözlük anlamını da buraya aldıktan sonra bizim bu konudaki görüşümüzü de kısa ve öz tek cümleyle ve Kur’ani anlayışımızı belirteceğiz.

TDK (Türk Dil Kurumu’nun Resmi Sitesi’den alıntılanmıştır) Cariye: “Yabancı ülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin isteklerine bağlı bulunan genç köle kadın, halayık.”

TDK ‘nın Cariye hakkında yaptığı açıklamanın altında Peyami Safa’ya ait olan; “Ben, dedi, zevce ile cariye arasındaki farkı hâlâ anlamış değilim” bu cümlesi dikkatimi çekti ve gerçekten sözünde haksız da değildir?!

BİZİM GÖRÜŞÜMÜZE/ANLAYIŞIMIZA GELİNCE

Cariye’ye biz Kur’an’da “vatandaş olmayan kadınlar” olarak bir açılım kazandırdık. Yani Ülkemize bugün bir şekilde çalışmak için gelen (ya da bir ülkeden başka bir ülkeye giden) kadınları söylüyoruz. Bizim ülkemizle birlikte diğer tüm ülkelerde kendi vatandaşı olmayan insanlara aynı muamele yapılmaktadır. Ve onların da hukukta yerleri bellidir. Köle değillerdir. Ki Peygamber as. döneminde savaş esirleri bile olsa onlara TDK ‘nın ve geleneğin yüklediği anlam asla yüklenmemiştir.

Esir kadınlarla/müslümanların elleri (yönetimleri) altında olanlarla asla cinsel münasebette bulunulmamıştır. Bir Müslüman ile evlendiklerinde Vatandaşlık hakkı elde etmişlerdir. Onun dışında karşılıklı birlikteliklerde hakları korunmak üzere Sözleşmeler yapılmıştır.

Hülâsa: Bizim Mealimizi okuyorken Cariye kelimesine rastlayamazsınız. Ellerinin sahip oldukları/yönetiminizde olan vatandaş olmayan kadınlar” olarak ta ayrıca belirtilmiştir.

Cariyeler diye nitelendirilen (İslâm Toplumunun vatandaşı olmayan) insanlar da Allah’ın hak ve hukuklarına değer verdiği kullardandır. Eğer bu kadınlar (vatandaş olmayanlar) bizim ülkemizde ya da başka ülkelerde uygunsuz/yasa dışı işler yaparlarsa (o memleketin yasaları ne gerektiriyorsa onlar da) güvenlik güçleri tarafından yargı önüne çıkarılırlar.

CARİYELİĞİN TARİHİ VE KÖKENİ

Bundan sonra aşağıda verilen bilgilerin tamamı; KAYNAK: TDV Ansiklopedisi, Köle Bahsi’nden alıntılanmıştır.

Türkçe’de köleden başka kul, bende, halayık, esir ve “kadın köle” anlamında câriye, odalık olarak geçer.

İslâmiyet’in ortaya çıktığı sıralarda Arap yarımadasında ve Mekke’de de kölelik yaygındı; köleler, hürlerle arası kesin çizgilerle ayrılmış alt bir sosyal sınıf oluşturuyordu. Efendinin kölesi üzerindeki mülkiyet hakkı, üçüncü şahıslardan gelecek haksız fiillere karşı sınırlı bir güvence sağlasa da efendiye kölesi üzerinde mutlak tasarruf yetkisi veriyordu. Efendinin câriyesini fuhşa zorlayarak bu yolla para kazanabilmesi, bir ahlâkî sapkınlık olmasının yanında bu yetkinin ve kölelerin insan sayılmamasının da ürünüydü.

Borcunu ödeyemeyen borçlu kendisini, geçim sıkıntısı içindeki baba çocuğunu köle olarak satabilse de Câhiliye’de köleliğin asıl kaynağını savaş esirleri teşkil ediyordu; köle bir anneden doğanlar da köle sayılıyordu (Cevâd Ali, V, 573-574). Taberî, Doğu Arabistan’da Rebîa kabilesi dışındaki kabilelerin ele geçirdikleri esirleri köleleştirdiklerini nakletmektedir (Târîḫ, I, 227). Bu kölelerin büyük çoğunluğunu Afrikalı siyahîler teşkil ediyordu; nitekim Peygamber’in müezzini Bilâl-i Habeşî de bunlardan biriydi.

İslâm Döneminde Kölelik: İslâmiyet köleliği, eski medeniyetlerde ve çağdaşı güçlü devletlerde yerleşmiş ve tabii kabul edilmiş bir konumda bulduğundan onu tek taraflı ve kesin bir kararla kaldırma yönüne gitmeyip zaman içinde ortadan kalkmasına imkân verecek bir zemin oluşturma yolunu seçti.

Zira köleliği tek taraflı bir kararla kaldırmanın o dönemde müslüman toplumun aleyhine bir durum ortaya çıkaracağı açıktır. Zira gayri müslim devletler köleliği uygulayıp ele geçirdikleri müslüman esirleri devamlı köleleştirirken İslâm devletinin elindeki esirleri serbest bırakması onun zayıflaması neticesini doğuracaktır. İslâmiyet bu sebeplerle köleliği ortadan kaldırmamış, ancak getirmiş olduğu çeşitli tedbirlerle kaynaklarını en aza indirme, mevcut köleleri tedrîcî bir surette azaltma, köle oldukları süre içinde insanca muamele edilmesini sağlama ve sonunda onları hür olarak yeniden insanlığa kazandırma yolunda başarılı adımlar atmıştır.

İslâm dini her şeyden önce köleliği yalnız savaş esirlerine münhasır kılmış, diğer kaynaklara izin vermemiştir. Bunun yanında Allah rızâsına kavuşmak isteyen müslümanların samimiyetle benimsedikleri gönüllü köle âzat etme alışkanlığını yerleştirmek, ayrıca bazı günahların kefâreti olarak köle âzadını şart koşmak suretiyle köleler için hürriyete kavuşma yollarını çoğaltmıştır (el-Mâide 5/89; el-Mücâdile 58/3). Yalnız İslâm hukukunda görülen bir uygulama olarak da devlet, gelirlerinin belirli bir bölümünü köle âzadına tahsis etmiştir (et-Tevbe 9/60). Bu arada İslâmiyet kölelere birçok noktada hürlere yakın bir hukukî statü vermiş ve bunu sosyal hayatta uygulamaya koyarak onlara hürriyetlerine kavuşuncaya kadar insanca yaşama imkânı sağlamıştır. Köle ve câriyelerle evlenmenin teşvik edilmesi (el-Bakara 2/221; en-Nisâ 4/25), kölelere karşı kötü muamelenin yasaklanıp onlara iyi davranmanın dinî ve hukukî bir sorumluluk haline getirilmesi (en-Nisâ 4/36; Müsned, I, 78; IV, 35-36; Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim, “Eymân”, 29-42) bunun örnekleridir. Bunların ne ölçüde ileri ve insanî bir anlayışı yansıttığını anlamak için İslâm toplumundaki kölelerle diğer toplumlarda -özellikle yakın zamana kadar Amerikan toplumunda- yer alan kölelerin yaşayışlarının karşılaştırılması yeterli olacaktır.

Köleliğin Kaynağı: İslâm hukukunda esas itibariyle köleliğin tek kaynağı savaştır. Savaş esirlerinin kaderi İslâm devletinin alacağı karara bağlıdır; bunlar karşılıksız olarak veya fidye mukabilinde salıverilirler (Muhammed 47/4), düşman elinde bulunan müslüman esirlerle değiştirilir yahut köle statüsüne geçirilirler. Bu durumda kölelerin beşte biri devlet hazinesinin payı olarak ayrılır, beşte dördü de muharipler arasında taksim edilir.

Köleliğin Kaldırılması: Köleliğin XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren kaldırılma aşamasına girdiği görülmektedir. Kölelik Fransa’da 1789 devriminden sonra, İngiltere’de 1807 yılında yasaklanmış, fakat Avrupa’da bütünüyle tasfiyesi XIX. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise kölelik, ancak köleliğe karşı olan Kuzey devletlerinin galip geldiği iç savaş (1861-1864) sonrasında yasaklanmıştır.

Osmanlı Devleti’nde köleliğin yasaklanması yolundaki ilk teşebbüs 1847’de İstanbul köle pazarının kapatılmasıyla başlar. Pazarın kapatılması köle alım satımını bütünüyle önlemediyse de buna bir darbe vurduğu inkâr edilemez. Bunu 1857’de Hicaz bölgesi hariç zenci köle ticaretinin yasaklanması izledi. Diğer İslâm ülkelerinde köleliğin bütünüyle ortadan kaldırılışı XX. yüzyılın ortalarına kadar tamamlandı. (KAYNAK: TDV Ansiklopedisi, Köle Bahsi).

Saygılarımla,
Kur’an Meali Editörü
ve Araştırmacı Fâkih

SADIK TÜRKMEN
(Bilgi İşlem Mühendisi)


Site Açılışı 29 Ekim 2023