Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla.

Fatır 1

Yaptığı her şeyi mükemmel yapmak[1], gökleri ve yeri, bölünme kanunuyla yaratan[2], melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı / boyutu olan (melekten) elçiler[3] yapan Allah’a özgüdür[4]. O, yaratmada gerekli gördüğü[5] ilâveleri yapar. Allah, her şeye bir ölçü koyar.

_____________________
[1] “Hamd”, birini kendi yaptığı şeyden dolayı övmektir. “Güzel yemek yapar, arkadaşlığı iyidir.” gibi sözler buna girer. “Şükür” ise kendine iyilik yapanı övmek veya yapılan iyiliğe iyilikle karşılık vermektir. Yaptığı herşeyi güzel yapan sadece Allah’tır. Allah’ın yaptığı ile insanların yaptığı arasındaki farkı göstermek için “güzel” yerine “mükemmel” kelimesini kullandık.

[2] Ayetteki “fâtır (فاطر)”, bir şeyi bölen anlamındadır (Lisan’ul-Arab). Allah, bütün varlıkları bölünme kanununa göre yaratmıştır (İsra 17/51, Rum 30/30, Şura 42/11).

[3] Mealini verdiğimiz ayette kanatların varlığı “elçilik” göreviyle bağlantılı bir şekilde söz konusu edilmiştir. O hâlde bu kanatların (çok farklı boyutların) varlığı uçmaktan ziyâde meleklerin aynı anda farklı elçilik görevlerine bir işaret olarak algılanmalıdır. Hoş, kanatlar olarak ta algılansa bizce sorun yoktur (en doğrusunu Allah bilir).

KANATLI / BOYUTLU: Herhangi bir olayın birden fazla nedeni ve sonucunun olmasına olayların çok boyutluluğu adı verilir. Çok kanatlı anlam da verilse böyle anlaşılmalı, diye düşünüyoruz.

Meleklerin, mahiyetlerine / yaratılışlarına uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine göre) ikişer, üçer, dörder kanatları / boyutları / boyutlu görevleri vardır olarak ta izah edilebilir.

Ancak; gayb (görülmeyen) âlemden olan, maddî yoğunluktan soyutlanmış, mahiyeti bilinmeyen melekleri kuşlar gibi kanatlı, maddî varlıklar olarak tasavvur etmeye biraz uzak görüşte olduğumuzu da ifade etmek isteriz. Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın irâde ve takdiri ile bizim gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış, Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili açık bilgi verilmemiştir.

Sözü edilen kanat, meleğin yaratılış gâyesi ile bağdaşan, vazifelerini en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delâlet (delil teşkil) eden manevî bir kanat, bir kuvvet ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî ve mecazî bir ifade tarzı da olabilir?! Nitekim, din ve dünya ilimlerine sahip olan bir kimseye, mecazen “zül-cenaheyn” iki kanat sahibi dendiği gibi; anaların çocukları için “şefkat ve merhamet kanatları”ndan bahsedilir. Hristiyanlar ise melekleri, bir kuş gibi kanatlı olarak düşünür ve tasvir ederler. Onların İslâm inancından ayrıldıkları bir husus da budur.

Bazı meleklerin şarktan garba / dünyanın doğusundan batısına kadar her yeri kaplayacak kanatlara sahip olması, onların sadece uçmalarını sağlamaya yönelik değil, aynı zamanda Allah’ın yarattığı pek harika bir sanat eseri olarak melekut aleminde arz-ı endâm etmeleri içindir (bizim değerlendirmemiz bu yöndedir yine de en doğrusunu Allah bilir.) Şu ayetlere de göz atınız: En’am 6/61, Yunus 10/21, Hac 22/75.

[4] Fatiha 1/2, En’am 6/1, İsra 17/111, Kehf 18/1, Kasas 28/70, Sebe 34/1, Teğabun 64/1.

[5] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7, 8, 9, 10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır.

Fatır 2

İnsanlar için Allah’ın açtığı bir rahmeti tutan olamaz. O’nun tuttuğunu da O’ndan sonra açıp salacak yoktur. Üstün ve güçlü olandır, doğru hüküm / isâbetli karar verendir.

Fatır 3

EY İNSANLAR! Allah’ın size olan (üzerinizdeki çeşitli) nimetlerini hatırlayın. Allah’tan başka bir yaratıcı var mı?! Gökten ve yerden size rızık veren?! O’ndan başka İlâh yoktur! Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?!

Fatır 4

Eğer seni yalanlıyorlarsa; şüphesiz ki, senden önceki elçiler de yalanlandı. Sonunda işler Allah katına getirilir/döndürülür.

Fatır 5

EY İNSANLAR! Şüphesiz ki, Allah‘ın sözü gerçektir. Dünya hayatında aldanmayın / dünya hayatının süsü / cazibesi sakın sizi aldatmasın! Ve sakın o aldatıcı (şeytan ve şeytana tabi olan din adamları) sizi Allah ile / Allah adına aldatmasın![1]

______________________
[1] Örneğin, Allah’ın kendilerine gaybı bildirdiğine dair haber yayanlar. Allah’ın bazı konularda kendilerine yetki, tasarruf verdiğini söyleyenler, Allah’tan vahiy aldığını iddia edenler. Allah adına hareket ettiğini söyleyenler, Allah’ın affına teminât veren şeytanın din adamları sizi Allah adını kullanarak aldatmasın vs.

ALLAH ADINA/ALLAH’IN ADINI KULLANARAK ALDATANLAR?!

Yüce Rabbimizin Kitabında açık ve net anlaşılır olan (muhkem/sabit/farklı yorumlara imkân tanımayan) hükümler konusunda olmayacaktır elbette! Müteşabih (birden fazla anlama gelen/müşterek/benzer anlamlar içeren/farklı yorumlar yapılabilecek kelimelerden oluşan) ayetler konusunda olacaktır. Bu konuda İlim sahibi kişileri aldatamazlar, ancak cahil olan (İlimden habersiz -Kur’an’dan bilgi sahibi olmayan) insanları aldatabilirler.

Fatır 6

Şüphesiz ki; şeytan size düşmanlıkta çok saldırgandır; öyleyse siz de onun düşmanlığına karşı dikkatli olun! O (şeytan) kendi partisini/taraftarını ancak alevli ateşin halkından olmaları için çağırır.

Fatır 7

Onlar inkâra saptılar. İşte onlar için çetin bir azap vardır. İman edenler ve iyi işler yapanlara ise, bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.

Fatır 8

KÖTÜ AMELİ kendisine süslü görünen ötekiler gibi olur mu? O, yaptığı kötülüğü iyi sanıyor. Muhakkak ki Allah; (sapıklığı) dileyen / tercih eden kimseyi sapıklıkta bırakır ve (hidayeti) tercih eden / dileyen kimseyi de doğruya iletir. Öyleyse, onlar hakkında üzüntüye kapılma! Gerçekten Allah onların yapıyor olduklarını en iyi bilendir.

Fatır 9

VE ALLAH rüzgârları gönderip de bulutları kaldırandır. Böylece onu ölü bir beldeye süreriz, onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltiriz. İşte dirilerek kalkış da böyledir.

Fatır 10

Kim üstünlük istiyor ise üstünlük tamamen Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, onu da salih amel/faydalı iş yapmak/hayata katkı sağlamak yükseltir. Kötülük plânları yapanlara ise çetin bir azap vardır. Oysa onların plânları bozulur!

Fatır 11

Allah sizi[n ilk/sıfır yaratılışınızı] topraktan/balçıktan,[1] sonra[ki yani bugünkü yaratılışı da zigottan] nutfeden/embriyodan yarattı. Sonra da; çiftler (çok sayıda oluşturduğu aile/sülâle) hâline getirdi. Bir dişinin hamile kalması ve doğurması ancak O’nun ilmiyle/izniyle olur.[2] Bir canlının uzun hayatındaki yaşadıkları ve bir canlının kısa hayatı mutlaka bir kitaba yazılmaktadır. Gerçekten bu Allah’a göre kolaydır.

______________________
[1] Bkz. İnternet Ansiklopedisi;
http://tr.wikipedia.org/wiki/Embriyo
https://tr.wikipedia.org/wiki/Zigot

Kur’an, insan hayatının orijini meselesinde, insanın süreç olarak “varoluşuna dikkat çeker. Farklı aşamalarda gerçekleşen bu varoluş yolculuğu, Hz. Adem için üç temel durakta incelenebilir. Bunlardan ilki, turâb (toprak) aşamasıdır ki bu, yaratılışın temel malzemesidir. Sırada ise insan organizmasının mayasını oluşturacak çamurdan süzülen öz vardır. Canlı hücrenin, ondan da doku ve organların yaratıldığı tesviye ise ayrı bir yaratılış mucizesidir ve bu mucize ilahî nefhâ ile taçlandırılır. Benzeri bir yaratılış öyküsü diğer insanlar için de gerçekleşmektedir. Biyolojik varlığın ilk aşaması olan nutfe, çoğu yerde yetersiz ve kimi zaman da yanlış karşılıklarla çevrilmektedir. Dölleyici sperm, zigot ve embriyo gibi geniş bir anlam yelpazesine sahip olduğunu tespit ettiğimiz bu safha, -çamurdan süzülen özde olduğu gibi- biyolojik varlığın esasını oluşturur. ‘Alaka’nın “rahim duvarına yapışmış embriyo” olarak açıklanması da bu tashihi tamamlayıcı kılmaktadır. Mudğa aşaması ise henüz bir insan şeklini andırmayan ve fakat doku ve organları teşekkül etmeye başlamış embriyo olarak anlaşılabilir.

I) Hz. Adem’in Yaratılış Evreleri: (İnorganik) Topraktan Eşref-i Mahlûk İnsana

Adem’in topraktan gelerek ilahî nefhâ ile tamamlanan yaratılış süreci Kur’ân’da zengin bir kavram çeşitliliğine sahiptir. Genel olarak, yaratılış malzemesi olan toprağın farklı devrelerdeki durumunu ifade eden bu kavramların anlam alanlarını doğru tesbit edebilmek, güç olduğu kadar bu hususta son sözü söylemekten de uzaktır. Konunun bir diğer problematik yönü ise nutfe ile başlayan ve anne rahminde devam eden gelişim aşamalarının aksine, Hz. Adem’in biyolojik yaratılışının Kur’ân’da belli bir sıra dahilinde sunulmamasıdır. Ancak, gerek konuyla ilgili kavram ağının Kur’ân bütünlüğünde incelenmesinden gerekse de tefsir kitaplarında ana hatlarıyla oluşturulan sıralama esas alınarak, herbir aşama arasında anlamsalmantıksal uyum yakalanmaya çalışılmıştır. Mâturîdî’nin “Hz. Adem’in yaratılışındaki farklı haller” olarak nitelediği bu evreler, topraktan yaratılma ile başlar.

1- Turâb (Toprak)
2- Tîn-i Lâzib (Yapışkan çamur)
3- Sülâle min Tîn (Çamurdan süzülen öz)
4- Hame-i Mesnûn (Değişime uğramış kara çamur)
5- Salsâl (Kuru çamur = DNA)
6- Tesviye (Düzenleme)

Salsâl[*] (Kuru çamur = DNA)

[*] Min salsalin deniyor. Yani salsaldan , DNA dan yarattık deniyor. Min den, dan anlamındadır. Sadece İnsan DNA dan yaratılmamıştır. Mikroorganizmalar , bitkiler ve bütün hayvanlar da (min) DNA dan yaratılmıştır. Min turabi gibi, turab topraktır. bütün bitkiler ve hayvanlar topraktan yaratılmıştır. min main gibi , ma su demektir. sudan anlamına gelir. Bütün canlılar sudan yaratılmıştır. Bunun gibi mikroorganizmalar, bitkiler, hayvanlar, ve bir hayvan olan insan nefsi DNA dan yaratılmıştır.

II) İnsanın Yaratılış Evreleri

1- Nutfe (Dölleyici sperm)
2- ‘Alaka (Rahme asılmış embriyo)
3- Mudğa (Bir çiğnem et).

BİRAZ DAHA DETAY BİLGİ VERECEK OLURSAK;

Bundan yaklaşık 1433 yıl önce indirilen Kur’an, bir çok ayetinde doğa bilimlerine ve insanın yaratılışına dikkat çeker. Özellikle ilk inen ayetlerde insanın bir alaktan yaratıldığı konusu ön plana çıkmaktadır. Alak ismi, ‘alaka’ fiilinden türemiştir. Bu fiil ‘yapışıp asılı kalmak, yapışmak’ anlamlarına gelir. Arapçada halâ aynı fiilden türeyen ‘milak’ kelimesi askı anlamında kullanılmaktadır. Biyoloji ve daha detaylısı embriyolojiden öğrendiğimize göre, alak kesin olarak ‘zigot’ anlamına gelir. Çünkü eril ve dişil üreme hücrelerinin birleşmesi sonucu oluşan zigot, dişil canlı vücudunun üreme sistemindeki endometrium adı verilen yapıya, zigotun dışındaki mikrovillüsler ile tutunarak asılı kalıp gelişimine devam eder.

Mikroskop ile incelediğimde bu gerçek karşıma çıkmaktaydı. Nutfe ise; ntf fiil kökünden gelen bir isimdir. Ntf fiili, damlamak, salgılamak, kalıcı iz bırakmak anlamlarındadır. Biyolojik olarak; sperm ve yumurta, erkek ve dişi canlı vücudunda meydana gelen bir özdür. Örneğin eril canlı vücudunda oluşan sperm, o varlığın özü niteliğinde olup, kalıcı bilgiler taşıyan tek hücreli canlıdır. Ve bu üreme hücreleri (sperm ve yumurta) aynı zamanda salgı anlamını da içinde barındırır. Bununla beraber sperm ve yumurta özelleşmiş hücrelerdir. Hücreler genel itibari ile damla şeklindedirler. Nihayetinde üreme hücreleri damlama ve salgılama biçimde vücuttan dışarı atılırlar.

Sonuç olarak, nutfe kelimesinin sperm ve yumurtaya (salgı veya damla) karşılık geldiği tartışmasız bir gerçektir. Ayetlerde nutfe kelimesi ile beraber geçen bir meni kelimesi vardır. Meni, ‘mny’ fiilinden türemiştir. Temenni de yine bu kökten türemiştir. Bu fiil, arzulamak, dilemek anlamlarını taşır. Özel isim olarak ise, sperm topluluğuna izafe edilir. Çünkü spermler arzulayan, yumurtalar ise arzulanandır. Bu spermin doğasında vardır. Sperm, yumurtayı arzulama güdüsü taşıdığı için, salgılandığı andan itibaren yumurtayı arar. Yumurta ise yaydığı kokusu ile spermi kendisine çeker. (Bkz. Hormonal Embriyoloji) Meni, sperm nutfesinin topluluğuna denilir.

Kıyamet Suresi 36-40. Ayetlerde, insanın oluşumundaki bu çok gizli bilgi bildirilmiştir.

36) İnsan başı boş bırakılacağını mı hesaplıyor?
37) (İnsan) atılan meniden bir nutfe (sperm) değil miydi?
38) Sonra alak (zigot) oldu, böylece yarattı ve düzenledi.
39) Ondan (zigottan) erkek ve dişi çiftler yaptı.
40) İlerde ölüleri diriltmeye kadir değil mi?

Müminun 12-14 teki sıralama; topraktan süzme-nutfe-alak-mudga-izam-lehm-inşa.

Sülaletin min tin: Topraktan bir süzülüm, topraktan yaratılmış bir şey.
Nutfe: eşey üreme hücresi, sperm, yumurta.
Alak: Zigot, tohum, aşılanmış (döllenmiş eşey hücresi)
Mudga: Embriyo, bir çiğnem et parçası.
İzam: Kemikler, cüzleri olan bir bütün nesne.
Lehm: Et
İnşa: Bir şeyin meydana gelmesi, bir şeyin oluşup yavaş yavaş büyümesi.

Bu ayet insanın embriyonik gelişimi ile bire bir örtüşmektedir.

İşte tüm bunlar mikroskopların adının bile anılmadığı dönemde, bu ayetlerde görüldüğü gibi, Kur’an’ın diğer ayetlerinde de bildirilmiştir. Tek hücreli zigottan insanı yaratan Mutlak Güç Sahibi Allah; elbette, ne dilerse, onu yapmaya güçü yetendir. Ve hüküm sahibi O’dur.

Kur’an tefsiri yapılırken kullanılan Lisan’ül-Arap veya daha eskisi olan Kitab’ul-Ayn kusursuz, kutsal kitaplar değildir. Allah yazanlardan razı olsun. Bunu bu kitapların içeriğinden de anlayabilirsiniz. Bir kelimenin ne anlamda olabileceği hakkında değişik fikir ve bilgileri içeren kitaplardır. Bazen bir kelime için hiç bir bilgi veremez. Bazen çok farklı anlamlar içeren bilgiler verir.

Arapçanın çölde oluşmuş bir dil olduğunu iddia edenler gerçekçi ve tutarlı bir açıklama yapmamışlardır. Arap dili aslında Akadça ve sonrasında Asurca’nın devamıdır. Bu nedenle Ugaritik, İbranice ve Aramca ile hemen hemen aynı gramer ve kelimeleri kullanırlar yani diller aşağı yukarı aynıdır.

Araplar bu dili çölde geliştirmiş olsalardı ki bu mümkün değildir.

İbranice, Aramca ve Ugaritik diller arasında bu kadar yoğun benzerlik olamazdı. Demek ki bu dillerin geçmişi Akadça’da birleşmektedir.

İbrahim as. bir Akadlı’dır. Ve gelip Mekke’yi kurmuştur. Mekke’de Kureyş Arapçası yani gelişmiş, medeniyet dili olan Akadça’yı yerleştirmiştir. Bu nedenle Kur’an dilinde Kureyş yani aslında Akkad dili kökenli ve ağırlıklı Arapça makbûldür.

Bizim arkadaşlarımızdan pek çokları araştırmalarında Lisan’ül-Arap, Kitab’ul-Ayn gibi kaynakları kullandığı gibi Akadça, Asurca, İbranice, Aramca gibi kaynakları da kullanıyorlar.

Şunu da unutmamak gerekir Kur’an kendinden önce gelip geçen kitapları doğrulamıştır, bunu yaparken Tevrat ve İncil ve diğer kitaplarda geçen kelimeleri de düzeltir. Tevrat’ın orijinal dili İbranice, İncilin orijinal dili Aramca’dır. Eğer bu kitapları ve hangi kelimeleri düzelttiğini bilemezseniz, bazı ayetleri anlayamazsınız. Çünkü Kur’an İbranilere, Aramlar’a ve diğerlerine de gelmiş son kitaptır.

SALSAL KELİMESİNİN GEÇTİĞİ AYETLERE GELİNCE;

“Salsal” kelimesi, bu kelime için eski kaynaklarda ikna edici bir bilgi maalesef yoktur, diye düşünüyorum. Salsal kelimesi zincir anlamına gelen silsile kelimesi ile akrabadır.

Salsal kelimesi Kur’an’da 4 ayette geçmektedir: 9/Hicr 26; Hicr 28; Hicr 33; 55/Rahman 14.

Hicr 26. Ayette mesnun hamein’den olan salsaldan yarattık deniyor. Mesnun örneklenen (duplike olan) demektir. Hamain ise kalıplaşmış, korunmuş demektir. Yani kalıp şeklinde korunmuş salsaldan yarattık deniyor. Bu ayette çamur, kuru, şekillenme, balçık kelimeleri geçmemmektedir. Oysa Kuranda çamur “tin” … demektir.

Hicr 28. Ayette mesnun hamein’den olan salsaldan yarattık deniyor. Mesnun ikil sıralanmış demektir. Hamain ise kalıplaşmış, korunmuş, himaye edilen demektir. Yani kalıp şeklinde korunmuş salsaldan yarattık deniyor. Ayette çamur kelimesi geçmiyor.

Hicr 33. Ayette mesnun hamein’den olan salsaldan yarattık deniyor. Mesnun sıralanan örneklenen (kopyalanan) demektir. Hamain ise kalıplaşmış, korunmuş demektir. Yani kendini örnekleyen kopyasını üreten kalıp şeklinde korunmuş salsaldan yarattık deniyor. Ayette çamur kelimesi geçmiyor.

Rahman 14: Burada ise fehhar gibi salsal dan yarattık deniyor. Akadça fehhar çömlekçi veya çömlekçi çarkı (tornası) demektir.

Bu durumda yukarıdaki ayetlerden şu anlaşılmaktadır: “Biz insanı kopyalanan kalıp şeklinde korunmuş iplik gibi veya çömlekçi çarkı gibi kendi etrafında dönenden, parke taşı gibi döşenmişten yarattık”

Bu bilgide bize DNA’yı hatırlatmaktadır. Kopyalanan adenin, timin, sitozin, guanin pürin bazları ve onların sırasıdır. Kalıp olan ise gen’lerdir.

[2] Allah’ın koyduğu biyolojik yasalara göre olur.

ADEM AS.’IN YARATILIŞI İLE İLGİLİ AYETLER LİNKİ;

Yukarıdaki ayette şöyle bir parantez koymuştuk: (Allah ilk/sıfır yaratılışın devamı olarak bugün) diye. Biz parantezleri konuyla ilgili Kur’an Bütünlüğünde geçen ayetlerden alıp koyduk ki; İlköğretim, Ortaöğrenim ve Lise Seviyesindeki kardeşlerimiz konuyla ilgili bağlantıyı daha rahat kurabilsinsinler. Aynı zamanda Kur’an Kültürüyle henüz yeni tanışan bütün insanları düşünerek koyduk. Zaten Mealimiz: KELİME KELİME, MOTOMOT yani bir Çeviri/Meal değil biliyorsunuz, nedir peki: KUR’AN’IN KUR’ANCA ANLAM OKUYUŞU diye sunduk bu yüzden. 

Bkz. Bakara 2/30; İsa’nın Yaratılışta durumu Adem’n durumu gibidir olarak gelen Ayeti Al-i İmran 59; Araf 7/189; Müminûn 23/12; 25/Furkân 54; 32/Secde 7; 35/Fâtır 11; 37/Saffât 11; 38/Sâd 71; 38/Sâd 72; 40/Mü’min 67; 53/Necm 32.

Fatır 12

İki deniz bir olmaz! Bu tatlıdır susuzluğu giderir, boğazdan akar, içimi kolaydır! Şu da tuzludur boğazı yakıcıdır! Hepsinden de taptaze et yersiniz ve takındığınız süs eşyası çıkarırsınız. Gemileri orada suları yararak giderken görürsünüz. (Allah’ın) lütfundan aramanız ve şükretmeniz için!

Fatır 13

GÜNDÜZÜN içine geceyi ve gecenin içine de gündüzü salar. Güneş’i ve Ay’ı emri altına almıştır. Her biri, belirlenmiş bir süreye kadar akıp gidiyor! Rabbiniz Allah işte budur! Mülk/otorite O’nundur. O’ndan başka yalvardığınız/çağırdığınız kimseler ise, bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.

Fatır 14

Onlara (bir şeyler istemek için) dua etseniz/onları çağırsanız,[3] duanızı/çağrınızı (isteklerinizi) işitmezler. Şayet işittiklerini düşünseniz bile size cevap veremezler. Ve onlar, kıyâmet gününde Allah’a ortak koşmanızı inkâr ederler. Hiç kimse sana, her şeyden haberdar olan (Allah) gibi haber veremez.

______________________
[3] Örneğin bazı insanların: “Allah’ım bana yardım et” diye dua etmeleri yerine, zor zamanlarda: “Yetiş ya şeyhim, efendim veya falankes…” veyahutta yine Allah yerine Sahabilerden ve hatta Nebilerden imdat isteyerek: “Yetiş ya Hamza, yetiş ya Ali veya yetiş ya Muhammed” diyerek medet beklediklerini/dua ettiklerini görürseniz; o kişilere bu ayeti okuyup uyarınız ki, tövbe etsinler; bu onlar için bir iyiliktir.

Fatır 15

EY İNSANLAR! Sizler Allah’a muhtaç olan fakirlersiniz. Allah ise zengindir, övgüye lâyık olandır.

Fatır 16

Dilerse sizi götürür ve yepyeni bir halk getirir.

Fatır 17

Bu Allah’a göre zor bir iş değildir.

Fatır 18

HİÇBİR GÜNAHKAR başkasının günahını çekmez. Yükü ağır gelen kimse yükünü taşımaya (başkasını) çağırsa, akrabası dahi olsa hiçbir şey ondan taşınmaz. Sen ancak görmeden Rablerinden korkan ve namaza devam eden / eğitim öğretime katılan kimseleri uyarıp sakındırırsın. Kim temizlenip arınırsa, ancak kendi nefsinin yararı için arınıp temizlenmiştir. Sonunda dönüş Allah’ın katınadır.

Fatır 20

Karanlık ile aydınlık bir değildir!

Fatır 21

Gölge ile kızgın sıcak bir değildir!

Fatır 22

Dirilerle ölüler eşit olmaz! Gerçi Allah dilediği kimseye işittirir; sen ise kabirlerin içindeki kimselere işittiremezsin!

Fatır 23

Sen sadece (dirileri/yaşayanları) uyaransın!

Fatır 24

Şüphesiz Biz seni gerçek ile gönderdik, müjdeleyici ve uyarıcı olarak! Her milletin içinden bir uyarıcı gelip geçmiştir.

Fatır 25

Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önceki kimseler de yalanlamışlardı. Elçileri onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı kitapla gelmişlerdi.

Fatır 26

Sonra Ben, inkâr edenlerin tümünün hesabını gördüm. Benim onları inkârım (cezalandırmam) nasılmış, bak gör?

Fatır 27

GÖRMEDİN Mİ? Allah gökyüzünden bir su indirdi. Böylece onunla renkleri değişik meyveler çıkardık. Dağlardan (geçen); beyaz, kırmızı, renkleri değişik ve simsiyah (topraktan) yollar (kıldık).

Fatır 28

Aynı şekilde; insanlar, hayvanlar ve en’âm/koyun, keçi, sığır ve deve de farklı farklı renklerdedir. Kulları içinde ancak bilgi sahibi olanlar Allah’tan gereği gibi korkar. Şüphesiz Allah; üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır.

Fatır 29

(O bilgi sahibi kimseler ki;) Allah’ın kitabını gereği gibi / bağlantılı ayetlerle birlikte anlamaya çalışarak okurlar,[1] salâtı ikâme ederler / namaza devam ederler. Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli açık dağıtırlar (ve onlar) asla batmayacak bir ticaret / alışveriş umarlar!

______________________
[1] Tilâvet sözcüğünün kökü olan t-l-v (تلو ) “birden çok şeyin, aralarına kendi cinslerinden olmayan bir şey karışmayacak şekilde peş peşe sıralanması” anlamındadır (Müfredât). Buna göre tilavet, birbiriyle bağlantılı ayetleri birlikte okumaktır.

Fatır 30

Allah’ın kendilerine ücretlerini ödemesi ve lütfundan artırması için. Şüphesiz O çok bağışlayandır, şükrü kabul ederek (sahip olduklarınızdan) daha fazlasını verendir.

Fatır 31

KİTAP’tan sana vahyettiğimiz, kendinden önceki kitapları doğrulayıcı/tasdik edici[1] gerçektir. Şüphesiz Allah; kullarından haberdar olandır, görendir.

_____________________
[1] Kur’ân, bütün nebilere verilmiş kitapları hem tasdik eder hem de içeriklerini korur. Onlara yapılan ekleme ve çıkarmalar, ancak Kur’an ile tespit edilebilir (Bakara 2/41, 89, 91, 97, Al-i İmran 3/3, Nisa 4/47, Mâide 5/48, En’am 6/92, Yunus 10/37, Yusuf 12/111, Ahkaf 46/12, 30). Burada verilen Sure ve Ayetlerin linki aşağıda Bağlantılı Ayetler’de verilmiştir.

Fatır 32

Sonra kitabı, yeni yarattığımız kimselere miras verdik. Artık, onlardan kimi kendi kendine zulmedendir, kimi orta yolda gidendir ve kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda önde gidendir. İşte büyük lütuf/kazanç budur!

Fatır 33

Adn cennetleri! Oraya girerler; orada, altın bilezikler ve inciler takınırlar. Orada onların giysisi ipektir.

Fatır 34

Dediler ki: “Bizden üzüntüyü gideren Allah’a övgüler olsun! Şüphesiz Rabbimiz; bağışlayandır, çok karşılık verendir.

Fatır 35

O, kendi lütfundan, durulacak yurda bizi yerleştirendir; burada, bize hiçbir usanma da dokunmaz.”

Fatır 36

İNKÂR EDEN KİMSELERE cehennem ateşi vardır. Onlara, ölsünler diye hükmedilmez ki ölsünler! Ve onlardan cehennem azabı hafifletilmez. Her bir nankörü işte böyle cezalandırırız!

Fatır 37

Onlar orada feryat ederler: “Rabbimiz! Bizi çıkar, yapmış olduğumuz amellerin dışında faydalı işler yapalım…” “Öğüt alan kişinin öğüt alacağı kadar, size bir ömür vermedik mi / yaşama hakkı tanımadık mı? Size uyarıcı da geldi. Öyleyse tadın azabı! Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.”

Fatır 38

ŞÜPHESİZ ALLAH göğün ve yerin gaybını bilendir. Doğrusu O, göğüslerin özünü de çok iyi bilendir.

Fatır 39

Yeryüzüne sizi halifeler[1] / muhalif varlıklar / birbirinin yerine geçen mirasçılar kılan O’dur. Öyleyse kim inkâra saparsa onun inkârı kendi aleyhinedir. Çünkü Rableri katında inkârcıların inkârı gazaptan başka bir şey artırmaz ve inkârcıların inkârı hüsrândan başka bir şey artırmaz!

_____________________
[1] Halife / Halifeler: Birbirlerinin yerine bir şekilde geçenler olarak ilk etapta anlamakta fayda var. Yönetici olarak ta karşımıza çıkar. Davud as.’ı yeryüzünde halife / yönetici yaptık, der örneğin. Fakat bir başka anlam olarak ta (insan) muhalif bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. En başta kendisini yaratana muhalif oluyor. Allah’ın emri olan: Şu ağaca yaklaşma, dediği hâlde bu emrini çiğniyor. Daha sonra insanın bir başka insanlarla ihtilâf etmesi, birbirlerine muhalif olmaları, birbirlerinin yerine / koltuğuna göz dikmeleri, birbirinin ayağını kaydırması vs. pek şekilde örneklendirebiliriz.

Fatır 40

De ki: “Allah’ın yanında yalvardığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana gösterin, yeryüzünde ne yarattılar?” Ya da göklerde bir ortaklıkları mı var? Veya onlara bir kitap vermişiz de, onlar o kitaptan bir kanıt/delil üzerinde midirler? Aksine zalimler, birbirlerine sadece aldatma vadediyorlar.

Fatır 41

Şüphesiz Allah; gökleri ve yeryüzünü, yıkılmasınlar diye kudreti altında tutuyor. Eğer yıkılacak olsalar; ikisini ancak ‘O’ tutar, kendisinden başka hiç kimse tutamaz. Şüphesiz O, çok sabırlıdır, bağışlayandır.

Fatır 42

YEMİNLERİNİN bütün gücüyle Allah’a yemin ettiler: “Eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse, herhangi bir milletten daha fazla doğru yolda olacaklar” diye. Ancak kendilerine bir uyarıcı geldiği zaman onlara nefretle kaçıştan başka bir katkı sağlamadı.

Fatır 43

Yeryüzünde büyüklük tasladılar ve kötü tuzak kurdular. Kötü tuzak sahibinden başkasına dolanmaz! Öncekilere uygulanan kuraldan başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın sünnetinde[4]/uygulamasında asla bir değişiklik bulamayacaksın.

______________________
[4] Allah’ın sünneti: Allah’ın kâinata koyduğu kurallar, fiziksel, kimyasal, biyolojik ve toplumsal yasalar, tabiat kanunları.

Fatır 44

Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki? Kendilerinden önceki kimselerin akıbetinin/sonunun nasıl olduğunu görsünler! Halbuki onlar, bunlardan daha güçlü idiler. Gökte ve yerde Allah’ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Şüphesiz O; çok iyi bilendir, gücü yetendir.

Fatır 45

Eğer Allah kazandıkları yüzünden insanları hemen cezalandıracak (ölümlerine hükmedecek) olsaydı yeryüzünün üzerinde hiçbir canlı bırakmazdı. Ancak onları[n ecellerini] bir süreye kadar erteliyor. Nihayet süreleri (ecelleri/sonları) geldiği zaman (artık ertelenmezler!)[1] Şüphesiz Allah kullarını çok iyi görmektedir.

______________________
[1] Ecel bir şey için belirlenen süredir. Kur’an’da gökler ve yerler için bir ecelden bahsedilirken (Ahkaf 46/3) insanlar için iki ecelden bahsedilir (En’am 6/2). Bunlardan birincisi kişinin vücudunun dayanma süresidir (ecel-i tabii). Doktorlar hastalarına buna göre ömür biçebilirler. İkincisi ise ecel-i müsemma yani Allah tarafından belirlenmiş yaşama süresidir. Bunu ondan başkası bilemez. Bu süre, kişinin vücut sağlığına bakmaz, çok sağlıklı birisi dahi ecel-i müsemması geldiği için ölebilir (Mü’min 40/67). İnsanın ömrü ecel-i müsemmasını geçemez ama bunun altına inebilir (Ra’d 13/3839Fatır 35/11). Bu, kişinin kendini Allah yolunda feda etmesi, bir başkası tarafından öldürülmesi veya yaptığı yanlışlarla kendi ömrünü kısaltmasıyla gerçekleşir. Ecelin kısalmasıyla yeni ecel Allah katında yazılır ve kişi buna göre ölür (Al-i İmran 3/145).Yanlış yapan kişi yanlışlarından dönerse ömrünün tekrar uzamasını sağlayabilir. Örneğin, tabii eceli 90 sene olan birinin ecel-i müsemması 80 sene ise, bu kişi en fazla 80 yaşına kadar yaşayabilir. Aynı kişi sağlığını bozarsa, Allah da onun ömrünü kısaltır. Eğer bu kişi sağlığına dikkat eder, tedavi görürse zamanla hastalıklardan arınacağı için ömrü ecel-i müsemmasına kadar uzayabilir ama ecel-i müsemmasını geçemez.Toplumların da eceli vardır (Araf 7/34, Yunus 10/49). Bu ecel de kısalabilir. Kur’an’da bunun örneği Yunus’un (a.s.) kavmidir. Allah, herhangi bir konudaki cezalandırmayı bu sürenin dolmasına kadar ertelediğini bildirir (Ankebut 29/53, Nahl 16/61). Yunus (a.s.), tövbe ederek /dönüş yaparak kendisini düzeltmesiyle hem kendinin hem de kavminin kısalmış olan ecelini geri uzatabilmiş (Enbiya 21/8788), böylece cezadan kurtulmuştur. Eğer bu süre dolduğu zaman tövbe etseydi tövbesinin bir faydası olmazdı ve cezayı çekerdi (Hud 11/3, İbrahim 14/10, Nahl 16/61).